ERZURUM COĞRAFYASINDA İLAHİ DAMGALAR


ERZURUM COĞRAFYASINDA İLAHİ DAMGALAR

Hz. Osman (ra) zamanında Azerbaycan ve Ermenistan fethi sırasında Irak'lı Müslümanlarla Şam'lı Müslümanlar kıraat farklılığı sebebiyle ihtilaf edince /… (Yazar : Osman KESKİNOĞLU Yayınevi : Türkiye Diyanet Vakfı Baskı : Anakara / 1993 / 336 shf.
Zaman 638 yılının yazıdır. Medine site devletinin temelinin atı­lışından henüz 16 yıl gibi çok kısa bir süre geçmiştir. Arap Yarıma­dasının, Irak'ın, Suriye'nin kara topraklarını kaplayan kara çalılar, İslam mücahitlerinin atlarının nallan altında ezilerek yerlerinde renk renk çiçekler, güller, menekşeler açmıştır. Sıra Anadolu'dadır. Dev­letin başında halifeler halifesi olan büyük halifemiz Hz. Ömer bu­lunmaktadır. Güçlü kumandan İrem bin Ganem komutasındaki ke­miyette küçük, keyfiyette çok büyük olan bir ordu, batıya doğru ak­maktadır. Son durakları yüksek yalçın sıradağların eteğindeki bir düzlüktür. Burası, daha sonraları onlarca, belki de yüzlerce ordunun uğrak yerleri olacak olan Sultan Sekisi'dir.
Karşılarına kalın surlara bürünmüş bir site çıkar. Bu, bugüne ka­dar görmüş oldukları tüm şehirlerden farklıdır. Bir mekândan ziyâde, demirden dev bir kapı görünümündedir. Açılabildiği an, tüm Küçük Asya'nın topraklan nazende bir halı misali ayaklarının altına serile­cektir. Dolayısıyla heyecanlıdır mücahitler. Duaya ihtiyaçları vardır, namaza ihtiyaçları vardır. Ve toplu halde büyük komutanlarının ar­kasında "uydum imama" diyerek el bağlarlar. Ancak, imam efendi­nin Kuran-ı Kerim'i okuyuş şekli bazılarının hoşuna gitmez ve cematten ayrılırlar. Bunlara göre kıraat hatalıdır. Büyük bir münakaşa başlar, büyük bir çarpışma güç bela önlenerek doğrusunu öğrenmek üzerine bir heyet gönderilir Medine'ye.
Kuşatmaya başlanılmaz. Çünkü, karşılarına halledilmesi önce­likle gereken çok daha önemli bir mesele çıkmıştır.
O zamanlar Palandökenler ormanlıktır. Her tarafından sular ça­ğıldamaktadır. Çok daha sonraları yakılan bir Erzurum türküsünde;
"Palandöken Dağında, kavalımın sesi var, Çam dibine yaslanmış, bir edalı su çağlar" denilmektedir.
Mücahitler haftalarca göklere set çekmiş olan çamların gölge­sinde oturup, edalı sulardan içerek gelecek haberi beklerler.
Nihayet, Medine'ye giden heyet geri döner ve Kuran-ı Kerim'in itirazcıları haklı çıkaracak doğru okunuş şeklini getirirler. Ordu içerisinde iki mübarek elin avuç içleri göklere doğru kalkar. Kimbilir belki de aziz misafirimiz büyük sahabe, Abdurrahman Ga­zi Hazretlerinin elleridir. Ve der ki; "Yarabbi bu gün olduğu gibi, bundan sonra da kıyamete dek bu şehire tüm hataları düzeltecek is­yan ruhunu nasip eyle."" O dua orada kabul buyurulur. O gün bugün­dür ki, Erzurum, tüm hataların, haksızlıkların, yolsuzlukların karşısındadır.
Bir Şehrin Ruhu M.Sıtkı Aras Erzurum Kitaplığı Dergah Yayınları 2.Baskı

M usa ve Yuşa aleyhimesselam zamanlarında yaşayan, İsm-i azam duasını bilip, her duası kabul olurken, dünyaya meylettiği için doğru yoldan ayrılan kimse.Musa aleyhisselam vefat ederken yerine Yuşa bin Nun aleyhisselamı halife bıraktı. Allahü teala Yuşa aleyhisselamı da İsrailoğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Yuşa aleyhisselam, İsrailoğullarının başında olduğu halde Arz-ı mev'ud denilen bölgeye gidip, Eriha ve İlya (Eyliya) şehirlerini fethettikten sonra, Belka şehrini kuşattı. Belka şehrinin Belak ismindeki zalim hükümdarı, Yuşa aleyhisselama karşı aciz kalıp, İsm-i azam duasını bilen, her duası kabul olan, ilim ve ibadette yüksek, sözlerini yazıp istifade etmek için elinde hokka ve kalem ile yanında 2000 kişi bulunan ve İbrahim aleyhisselamın dinine inanan Bel'am bin Baura isimli kimseden yardım istedi. Yuşa aleyhisselama ve ordusuna karşı beddua etmesini istedi. Belka şehri ahalisi de gelip beddua etmesi için Bel'am bin Baura'ya yalvardılar. Bel'am, Allahü tealanın peygamberine karşı beddua edemeyeceğini bildirdiyse de, azgın ve imansız Belka şehri ahalisi bedduada bulunması için daha çok ısrar ettiler. Bel'am bin Baura'ya hediyeler getirip birçok dünyalık vad ettiler. Karısı da; "Eğer bu kavmin topraklarımızdan gitmesi için dua etmezsen senden ayrılacağım!" diye tehditte bulundu. Zalim hükümdar da beddua etmediği takdirde onu idam edeceğini söyleyerek idam sehpası kurdurdu.Bütün bunlar karşısında Bel'am bin Baura'nın gönlünde dünya malına ve servetine karşı meyl belirdi. Dua etmeye razı olarak şehrin dışındaki Husban Dağına gitti. Husban Dağının tepesine ulaşınca, ellerini dua için kaldırdığı zaman, dilinden Belka şehri ahalisi aleyhine, Yuşa aleyhisselamı ve İsrailoğulları lehine kelimeler dökülmeye başladı. Bu sözleri işiten Belka şehri ahalisi; "Ey Bel'am! Ne yapıyorsun? Onlara dua, bize beddua ediyorsun!" dediler. Bel'am onlara; "Bu sözleri isteyerek söylemiyorum. Allah tarafından böyle konuşturuluyorum!" dedi.Bu sırada Allahü tealanın hikmetiyle dili ağzından çıkıp göğsü üzerine sarktı. Allahü tealanın kendisine ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilmeyen, irade-i cüz'iyyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri doğrultusunda kullanan Bel'am bin Baura, nefsin ve şeytanın saptırmasıyla, dünya malına ve kadına meylederek yeni hileler peşine düştü ve imansız öldü. Kur'an-ı kerimde A'raf suresinin 175. ve 176. ayet-i kerimelerinde soluyan köpeğe benzetildi. "Onun gibiler köpek gibidir." sözü, dillerde darb-ı mesel kaldı.Kaynak: Rehber Ansiklopedisi

Bel'am bin Bâ'ûr Menkabesi (*)
Bir gün bu dağın eteğinde cirit oynarken attan tekerlendim. At da başını alıp "nerdesin Eğerli Dağ" diye kaçtı. Hemen can başıma çıkıp başka bir ata binerek birkaç kölemle arkasına düştüm. Dağın do­ruğunda atı tutup bindim. Orada uzun bir kabir gör­düm. "Tanrı bilir, bir ulu ziyaretgâhtır" diyerek ru­hu için fatiha okudum. Yaya olarak adımladım. Boyu 80 adım geldi. Başı ve ayağı uçlarında birer yüksek ve sivri direk dikilmiş. Bu ziyaretgâha bakarken or­talığı pis bir koku kapladı. Herkesi iğrendirdiğinden ben ve kölelerim burunlarımızı tıkadık. Kabre bak­tım. Ne göreyim? Toprak tencerede bulgur kaynar gibi fıkır fıkır kaynıyor. Zift ve katranlı bir toprak. Çok şaşırdık. Yine atlarımıza binip güneş batarken Tebriz Kapısı'ndan içeri girdik. Güneş battıktan son­ra Paşa'nın huzuruna vardığımızda: "Şükür sağlığa! Hele atını bütün takımıyla buldun mu" buyurdular. "Evet, buldum. Eğerli Dağı'nda evliyadan birinin uzun bir kabrini ziyaret ettim" diye kabri gördüğüm gibi anlattım. Müelliflerden Erzurumlu Cafer Efendi adlı bilgin zat da orada idi. Söze başlayarak: "Sakın, Evliya Çelebi! O kabri bir daha ziyaret etme. Hazreti Musa’nın bedduasıyla imansız gitmiştir ki ona Bel’am bin Ba’ur
Derler. Nice Yüzyıl yaşamış, Hazreti Musa’dan sonra içinin yarasından Mısırı bırakarak bu dağda oturmuş. Halâ kabri yazın da Kışın da leş gibi kokar. Toprağı bile cehennem azabı çeki kaynar” dedi.
Ben hayretler içinde kaldım.
(*) EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİNDEN SEÇMELER I

ERZURUM COĞRAFYASINDA İLAHİ DAMGALAR



ERZURUM COĞRAFYASINDA İLAHİ DAMGALAR

Hz. Osman (ra) zamanında Azerbaycan ve Ermenistan fethi sırasında Irak'lı Müslümanlarla Şam'lı Müslümanlar kıraat farklılığı sebebiyle ihtilaf edince …


(Yazar : Osman KESKİNOĞLU Yayınevi : Türkiye Diyanet Vakfı Baskı : Anakara / 1993 / 336 shf.

Bu ihtilaf olayının ayrıntılarını M.Sıtkı Aras'tan öğrenelim :



Zaman 638 yılının yazıdır. Medine site devletinin temelinin atı­lışından henüz 16 yıl gibi çok kısa bir süre geçmiştir. Arap Yarıma­dasının, Irak'ın, Suriye'nin kara topraklarını kaplayan kara çalılar, İslam mücahitlerinin atlarının nallan altında ezilerek yerlerinde renk renk çiçekler, güller, menekşeler açmıştır. Sıra Anadolu'dadır. Dev­letin başında halifeler halifesi olan büyük halifemiz Hz. Ömer bu­lunmaktadır. Güçlü kumandan İrem bin Ganem komutasındaki ke­miyette küçük, keyfiyette çok büyük olan bir ordu, batıya doğru ak­maktadır. Son durakları yüksek yalçın sıradağların eteğindeki bir düzlüktür. Burası, daha sonraları onlarca, belki de yüzlerce ordunun uğrak yerleri olacak olan Sultan Sekisi'dir.














Sultan sekisinin yüz sene önceki görünümü


Karşılarına kalın surlara bürünmüş bir site çıkar. Bu, bugüne ka­dar görmüş oldukları tüm şehirlerden farklıdır. Bir mekândan ziyâde, demirden dev bir kapı görünümündedir. Açılabildiği an, tüm Küçük Asya'nın topraklan nazende bir halı misali ayaklarının altına serile­cektir. Dolayısıyla heyecanlıdır mücahitler. Duaya ihtiyaçları vardır, namaza ihtiyaçları vardır. Ve toplu halde büyük komutanlarının ar­kasında "uydum imama" diyerek el bağlarlar. Ancak, imam efendi­nin Kuran-ı Kerim'i okuyuş şekli bazılarının hoşuna gitmez ve cematten ayrılırlar. Bunlara göre kıraat hatalıdır. Büyük bir münakaşa başlar, büyük bir çarpışma güç bela önlenerek doğrusunu öğrenmek üzerine bir heyet gönderilir Medine'ye.
Kuşatmaya başlanılmaz. Çünkü, karşılarına halledilmesi önce­likle gereken çok daha önemli bir mesele çıkmıştır.
O zamanlar Palandökenler ormanlıktır. Her tarafından sular ça­ğıldamaktadır. Çok daha sonraları yakılan bir Erzurum türküsünde;
"Palandöken Dağında, kavalımın sesi var, Çam dibine yaslanmış, bir edalı su çağlar" denilmektedir.
Mücahitler haftalarca göklere set çekmiş olan çamların gölge­sinde oturup, edalı sulardan içerek gelecek haberi beklerler.
Nihayet, Medine'ye giden heyet geri döner ve Kuran-ı Kerim'in itirazcıları haklı çıkaracak doğru okunuş şeklini getirirler. Ordu içerisinde iki mübarek elin avuç içleri göklere doğru kalkar. Kimbilir belki de aziz misafirimiz büyük sahabe, Abdurrahman Ga­zi Hazretlerinin elleridir. Ve der ki; "Yarabbi bu gün olduğu gibi, bundan sonra da kıyamete dek bu şehire tüm hataları düzeltecek is­yan ruhunu nasip eyle."" O dua orada kabul buyurulur. O gün bugün­dür ki, Erzurum, tüm hataların, haksızlıkların, yolsuzlukların karşısındadır.
Bir Şehrin Ruhu M.Sıtkı Aras Erzurum Kitaplığı Dergah Yayınları 2.Baskı

M usa ve Yuşa aleyhimesselam zamanlarında yaşayan, İsm-i azam duasını bilip, her duası kabul olurken, dünyaya meylettiği için doğru yoldan ayrılan kimse.Musa aleyhisselam vefat ederken yerine Yuşa bin Nun aleyhisselamı halife bıraktı. Allahü teala Yuşa aleyhisselamı da İsrailoğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Yuşa aleyhisselam, İsrailoğullarının başında olduğu halde Arz-ı mev'ud denilen bölgeye gidip, Eriha ve İlya (Eyliya) şehirlerini fethettikten sonra, Belka şehrini kuşattı. Belka şehrinin Belak ismindeki zalim hükümdarı, Yuşa aleyhisselama karşı aciz kalıp, İsm-i azam duasını bilen, her duası kabul olan, ilim ve ibadette yüksek, sözlerini yazıp istifade etmek için elinde hokka ve kalem ile yanında 2000 kişi bulunan ve İbrahim aleyhisselamın dinine inanan Bel'am bin Baura isimli kimseden yardım istedi. Yuşa aleyhisselama ve ordusuna karşı beddua etmesini istedi. Belka şehri ahalisi de gelip beddua etmesi için Bel'am bin Baura'ya yalvardılar. Bel'am, Allahü tealanın peygamberine karşı beddua edemeyeceğini bildirdiyse de, azgın ve imansız Belka şehri ahalisi bedduada bulunması için daha çok ısrar ettiler. Bel'am bin Baura'ya hediyeler getirip birçok dünyalık vad ettiler. Karısı da; "Eğer bu kavmin topraklarımızdan gitmesi için dua etmezsen senden ayrılacağım!" diye tehditte bulundu. Zalim hükümdar da beddua etmediği takdirde onu idam edeceğini söyleyerek idam sehpası kurdurdu.Bütün bunlar karşısında Bel'am bin Baura'nın gönlünde dünya malına ve servetine karşı meyl belirdi. Dua etmeye razı olarak şehrin dışındaki Husban Dağına gitti. Husban Dağının tepesine ulaşınca, ellerini dua için kaldırdığı zaman, dilinden Belka şehri ahalisi aleyhine, Yuşa aleyhisselamı ve İsrailoğulları lehine kelimeler dökülmeye başladı. Bu sözleri işiten Belka şehri ahalisi; "Ey Bel'am! Ne yapıyorsun? Onlara dua, bize beddua ediyorsun!" dediler. Bel'am onlara; "Bu sözleri isteyerek söylemiyorum. Allah tarafından böyle konuşturuluyorum!" dedi.Bu sırada Allahü tealanın hikmetiyle dili ağzından çıkıp göğsü üzerine sarktı. Allahü tealanın kendisine ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilmeyen, irade-i cüz'iyyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri doğrultusunda kullanan Bel'am bin Baura, nefsin ve şeytanın saptırmasıyla, dünya malına ve kadına meylederek yeni hileler peşine düştü ve imansız öldü. Kur'an-ı kerimde A'raf suresinin 175. ve 176. ayet-i kerimelerinde soluyan köpeğe benzetildi. "Onun gibiler köpek gibidir." sözü, dillerde darb-ı mesel kaldı.Kaynak: Rehber Ansiklopedisi

Bel'am bin Bâ'ûr Menkabesi (*)


Bir gün bu dağın eteğinde cirit oynarken attan tekerlendim. At da başını alıp "nerdesin Eğerli Dağ" diye kaçtı. Hemen can başıma çıkıp başka bir ata binerek birkaç kölemle arkasına düştüm. Dağın do­ruğunda atı tutup bindim. Orada uzun bir kabir gör­düm. "Tanrı bilir, bir ulu ziyaretgâhtır" diyerek ru­hu için fatiha okudum. Yaya olarak adımladım. Boyu 80 adım geldi. Başı ve ayağı uçlarında birer yüksek ve sivri direk dikilmiş. Bu ziyaretgâha bakarken or­talığı pis bir koku kapladı. Herkesi iğrendirdiğinden ben ve kölelerim burunlarımızı tıkadık. Kabre bak­tım. Ne göreyim? Toprak tencerede bulgur kaynar gibi fıkır fıkır kaynıyor. Zift ve katranlı bir toprak. Çok şaşırdık. Yine atlarımıza binip güneş batarken Tebriz Kapısı'ndan içeri girdik. Güneş battıktan son­ra Paşa'nın huzuruna vardığımızda: "Şükür sağlığa! Hele atını bütün takımıyla buldun mu" buyurdular. "Evet, buldum. Eğerli Dağı'nda evliyadan birinin uzun bir kabrini ziyaret ettim" diye kabri gördüğüm gibi anlattım. Müelliflerden Erzurumlu Cafer Efendi adlı bilgin zat da orada idi. Söze başlayarak: "Sakın, Evliya Çelebi! O kabri bir daha ziyaret etme. Hazreti Musa’nın bedduasıyla imansız gitmiştir ki ona Bel’am bin Ba’ur
Derler. Nice Yüzyıl yaşamış, Hazreti Musa’dan sonra içinin yarasından Mısırı bırakarak bu dağda oturmuş. Halâ kabri yazın da Kışın da leş gibi kokar. Toprağı bile cehennem azabı çeki kaynar” dedi.
Ben hayretler içinde kaldım.
(*) EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİNDEN SEÇMELER I



HEY KOCA HÜSEYİN AVNİ! BİR KERE DAHA HAKLI ÇIKTIN
General Levent Ersöz ve Emsali kumandanların sınırlarımızı korumak iddiasıyla Güneydoğu Anadolu’da ölüm kuyularını kellelerle doldurması, tarihin acı bir tekerrürüdür. Hemşerimiz Hüseyin Avni bey, benzer işlerin yapıldığı 1920’li yıllarda TBMM’de
“Cepheleri tutacak olan kanundur, adalettir!.” Diye haykırıyordu
Bu sözünü “Cepheler kan ağlarken bu muhalefet te oluyor” diyen hükümet dalkavuklarına söylüyordu.
Bir hukuk bilgesi olan Hüseyin Avni “Hünerin, isyan ettirmemek olduğunu, isyanın panzehirinin barış olduğunu, barışın ise adil bir idare ile mümkün olduğunu, dolayısıyla sınırların ancak kanun ve adaletle korunabileceğini söylüyordu.


ERZURUM’A AÇILAN HUKUK FAKÜLTESİ ‘NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Fakültenin adı olan hukuk’tan başlayalım:
Arapça bir isim olan hukuk “haklar” demektir. Hak ise batıl olmayan, kaynağını esma’l -hüsnadaki “El Hakk” tan aldığı için her dem varlığı hissedilen bir kavramdır.
Hakk olan Allah’ın insanlar arasında tevzii ettiği bir adalet sistemi olduğu gibi Allahın yarattığı insanın da kendi idraki dairesinde dağıttığı bir adalet vardır. İnsanoğlu adalet daireleri olan mahkemelerde adalet anlayışını verdiği kararlarla uygular. Yargıçların her kararı bir hüküm, diğer tanımla bir hikmettir.
Hikmetinden sual edilmeyen Allah olduğu için yargıçların” hikmet’tendir” diye verdiği kararlar eleştirilir. Yargıçlar kararlarını elbetteki bir sistem ve hukuk mantığı çerçevesinde verirler.


İşte bu hukuk mantığı denince Erzurum’un büyük hukukçusu Ömer Nasuhi Bilmen akla gelir. Onun ıstılahat-ı fıkhıyye kamusu o kadar yetkin bir hukuk kitabıdır ki İstanbul hukuk fakültesi hocaları Sıddık Sami, Hüseyin Kubalı gibi hocaların takdiriyle fakülte yayınları arasında basılmıştır.
Bu itibarla Erzurum hukuk fakültesi’ne Ömer Nasuhi Bilmen Hukuk Fakültesi dense uygun olacaktır.
Bu mektepten yetişenler Erzurum adliyesi başta olmak üzere mahkemeler icra edecekler, Ömer Nasuhi’nin izinden gidenler tevhidin emrettiği hukuku icra ederken, nefsani arzuları ile Erzurum Hukuk'a yazılıp buradan diploma edinenler Allah’tan gayrı güç odakların emrinde sözüm ona hükümler vereceklerdir.
Hal bu olduğu için Erzurum’a açılacak hukuk fakültesinin adalete de zulme de açık bir zemin olduğunu hatırdan hiç çıkarmamak gerekiyor.
Mustafa Çetin Baydar

ERGENEKON EFSANESİ NEDİR NE DEĞİLDİR?

ERGENEKON EFSANESİ NEDİR NE DEĞİLDİR?
Yahut
KUR’ANDAN KAYNAKLANAN EFSANELERE MUKABİL, KİMİ TARİHEN GERÇEK, KİMİ DÜZMECE EFSANELERE DAİR

Önce Kur’an-ı Kerim’de günümüzde yeniden aktüel hale gelen Ergenekon efsanesini üzerindeki izdüşümlerine bakalım:

"(Ey Muhammed), sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım. Biz yer yüzünde onun için sağlam bir mekan ve orada istediği gibi hareket edeceği yönetim hürriyeti hazırladık ve kendisine (muhtaç olduğu) her şeyden bir sebep verdik (ulaşmak istediği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını verdik). O da (kendisini batı ülkelerine ulaştıracak) bir yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onu, kara balçıklı bir gözede batar buldu. Onun yanında bir kavim buldu. Dedik ki: Ey Zülkarneyn, (onlara) ya azab edersin veya kendilerine güzel davranırsın (onları güzellikle yola getirirsin. Nasıl istersen öyle yaparsın). Dedi: Kim haksızlık ederse, ona azap edeceğiz) sonra o, Rabb'ine döndürülecektir. O da ona görülmemiş bir azab edecektir. Fakat inanıp iyi iş yapan kimseye de en güzel mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz (kolay işler yapmasını emrederiz, zor işlere koşmayız onu). Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu, öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlara güneşin önünden (korunacak) bir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn) böyle (yüksek bir mevkie ve hükümranlığa sahip) idi. Onun yanında (daha) nice (hükümranlık) bilgisi (tecrübesi ve vasıtası) bulunduğu biz biliyorduk. Sonra yine bir yol tuttu. Nihâyet iki sed arasına ulaşınca, onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: Ey Zülkarneyn, Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi? Dedi ki: Rabb'imin beni içinde bulundurduğu (mal ve mülk, sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Siz bana insan gücüyle yardım edin de, sizinle onlar arasına sağlam bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin. (Zülkarneyn) iki dağın arasını (demir kütleleriyle doldurup dağlarla) aynı seviyeye getirince, üfleyin dedi. Nihâyet o demir kütlelerini bir ateş haline koyduğu zaman; getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim, dedi. Artık (Ye'cuc ve Me'cuc) onu ne aşabildiler ne de delebildiler. (Zülkarneyn) dedi: Bu, Rabb'imden (kullarına) bir rahmettir. Rabb'imin va'di ge(lip Ye'cuc ve Me'cuc'un çıkması, yahut kıyametin kopması gerek)diği zaman, onu yerle bir eder. Şüphesiz, Rabb'imin va'di gerçektir" (el-Kehf, 18/83-98).
TARİHEN GERÇEK KAWA EFSANESİ
Kürt mitolojisindeki Kawa efsanesine göre, Kürtler günümüzden 2500-2600 yıl öncesinde Zuhak (Bazı kaynaklara göre Dehak)adında Asurlu çok ama çok zalim bir kralın altında yaşayan Kawa adında bir demirci vardı. Bu kral tam bir canavardı ve efsaneye göre her iki omuzunda da birer yılan bulunuyordu. Her gün bu iki yılanı beslemek için Kürtlerden iki kişiyi sarayına kurban olarak getirtip aşçılarına bu iki çocuğu öldürtüp beyinlerini yılanlarına yemek olarak verdiriyordu. Aynı zamanda bu canavar kral ilkbaharın gelmesini engelliyordu[2]. En sonunda bu zulümden bıkan ve bir şeyler yapmak isteyen Armayel ve Garmayel adlı iki kişi kralın sarayına mutfağa aşçı olarak girmeyi başarırlar ve Kralın yılanlarını beslemek için beyinleri alınarak öldürülen çocuklardan sadece birini öldürüp diğerinin gizlice saraydan kaçmasına yardımcı olurlar[3]. Böylece ellerindeki bir insan beyni ile kestikleri bir koyunun beynini karıştırarak yılanlara vererek her gün bir çocuğun kurtulmasını sağlamış olurlar. İşte bu kaçan kişilerin Kürtlerin ataları olduğuna inanılır ve bu kaçan çocuklar Kawa adlı demirci tarafından gizlice eğitilerek bir ordu haline getirilirler. Böylece Kawa'nın liderliğindeki bu ordu bir 20 Mart günü zalim kralın sarayına yürüyüşe geçer ve Kawa kralı çekiç darbeleri ile öldürmeyi başarır. Kawa etraftaki tüm tepelerde ateşler yakar ve yanındakilerle birlikte bu zaferi kutlarlar. Böylece Kürt halkı zalim kraldan kurtulmuş olur Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Demirci_Kawa_Efsanesi
BUNLAR DA DÜZMECE EFSANELER.
Efsane uydurmak Batı alemine Kur’anın rehberliğinde üstünlük kurmuş olan Osmanlı toplumunu İslamiyetten koparıp Irkçı bir ideale bağlamak isteyen mihrakların marifeti olarak ortaya çıkmıştır. Bunların 19.asırda uydurulduğu bu tarihten önceki asırların hiç birinde bu kabil yavelerin olmayışından bellidir. Orhun yazıtlarında, Dr.Radlof’un Sibirya tedkiklerinde, Ziya Gökalp’in hiçbir eserinde kurt-insan çiftleşmesinden Türklerin neşet ettiği safsatası yer almaz.

BOZKURT

Türkler mutlu günler yaşarlarken, günün birinde onların' bu saadetini kıskanan düşmanları yurtlarına hücum ederek, mallarını yağma ettiler. Bir çoklarını da Kılıçtan geçirdiler. Yalnız bir delikanlı kaldı ki, onu öldürmeğe cesaret edemiyerek ellerini ayaklarını kesip bir bataklığa bıraktılar. Buraya bir dişi kurt gelerek ona baktı, yiyecek getirdi. Bu esnada dişi kurt bu delikanlıdan gebe kaldı. Fakat düşman hükümdarı bu genci öldürmek için birkaç asker gönderdi. Askerler bu delikanlının yanında bozkurdu gördüler. Bozkurt, Gök Tanrı’nın yardımına mazhar olduğundan, bu delikanlıyı alıp kaçtı, dağın eteğindeki bir mağaraya girdiler. Bu mağaradan geniş ve yeşilliklerle dolu bir sahaya çıktılar. Bu ülkede bozkurt dokuz- oğlan doğurdu. Bunlardan birisi (Kurt) adını aldı.Kardeşlerinin en zekisi olduğu için hakan oldu. Bunlara dokuz Oğuzlar denildi. Dokuz oymak olarak yaşadılar.Oğuzlar kurttan geldiklerini unutmamak için üzerinde bir kurt başı bulunan bir bayrak yaptılar, otaklarının önüne diktiler. Bozkurt kuvvetin ve hürriyetin sembolü olarak Türklerde yaşayıp gitti. kuvvetin ve hürriyetin sembolü olarak Türklerde Yaşayıp gitti

ERGENEKON

Oğuz ananesine göre, Oğuzların kurduğu devlet (ilhan) adındaki bir hakanın zamanında Moğollar tarafından baskına uğrayarak mahvolmuştu. Bu baskından yalnız İlhanın oğlu (Kayan) ve kardeşinin oğlu (Nöğuz) ve bir de iki kız kurtulmuştu. Bunlar günlerce dağlar, tepeler, ırmaklar aşarak yol aldılar. Bunların önüne bir alageyik çıktı. Bu geyiğin peşinden gittiler. Alageyik bir vadiden içeri dalınca, bunlar da onu takip ettiler. Sarp bir dağa rastgeldiler, Bu dağın içinde kar yığılı bir yol gördüler. Bu yoldan ötesi çok güzeldi, akar sular, pınarlar, türlü mevye ağaçları ve çeşitli av hayvanları dolu idi. Bu hayvanların sütünden yağ, yoğurt yaptılar, etlerini de yediler, derilerini giydiler. Bunlar bu ülkeye (Ergenekon) adını verdiler.
Bu iki,,oğlan ve kızdan bir nesil türedi. Bunlar geldikleri yolu kaybederek bu diyardan çıkamaz oldular, Ergenekon’da çoğaldılar. Bir türlü sarp ve karlı dağları aşamadılar, Ergenekon’dan çıkmağı düşünürlerken, günün birinde bir demirci dedi ki
— Burada demirden küçük bir dağ var, onu eritelim buradaıı bir yol açalım!
Halk, dağın bir yerine bir kat odun bir kat da kömür koydular. Yetmiş deriden körük yapıp, yetmiş yerde kurdular.birikip körüklediler. Geceli gündüzlü çalışmalariyle bir demirden olan bu dağda bir delik açabildiler. Buradan yüklü bir deve çıkabilecek kadar bir yol açılmıştı. Yıllarca kapalı kalan bu insanlar. sevinç göz yaşlariyle açılan yolun başına geldiler. Bun lara bir bozkurt yolu göstericilik etti. Ergenekon’dan Oğuz Türkleri çıkarak, anayurtlarına dağılıp, yurtlar kurdular . Oğuzlar her yıl Ergenekon’dan çıkışlarının bayramını yaptılar.
Zikreden:Enver Behnan Şapolyo Türkiye Yayınevi 1964

İspanya Seyahatinden Kaleme Takılanlar

İspanya Özerk Bölgesi Katalonya'nın Başkenti Barselona'da bulunan "Katalan Yazarlar Birliği Enstitüsü"nün kuruluşunun yetmişinci yıl dönümü. Kuruluş yıldönümü dolayısı ile Katalan Yazarlar Birliği tarafından 18/21 Aralık 2008 tarihlerinde Özerk Bölgenin Başkenti Barcelona'da milletlerarası bir toplantı düzenlendi.
2007 Yılında Frankfurt'ta Kitap Fuarının Şeref Konuğu olan Katalan Özerk Bölgesi, Frankfurt Kitap Fuarında alınan karar doğrultusunda konusu edebiyat ve edebiyatla ilgili kuruluşların kültür , sanat ve edebiyatlarının tanıtıldığı ve tartışıldığı bir toplantı düzenlenmesini hayata geçirmişler.
Yaklaşık altmış ülkenin davet edildiği toplantıya 42 iki ülkeden sivil toplum kuruluşları, yazarlar ve yayıncılar katıldılar. Türkiye'den sadece Türkiye Yazarlar Birliğinin davet edildiği toplantıya TYB adına beni görevlendirdi yönetim.Barcelona ve Katalanların tanıtılması ve şehir gezilerinin dışında beş oturumlu toplantının üçüncü oturumunda bana da konuşma imkânı verildi.
Önceki iki oturumda beş ve altı kişinin konuşmacı olarak katıldığı toplantılardan farklı olarak benim katıldığım bölümde sekiz konuşmacı yer aldı. Aynı gün üçüncü toplantı olması ve bana oturumun sonunda yer verilmesi benim açımdan bir dezavantajdı.
Salonda bulunanların yorgun, mahmurlaştığını ve sürenin de hayli geçtiğini düşünerek kısa bir konuşma yaptım. Önceden yaklaşık otuz dakikalık Fransızca konuşma metnini okumaktan vaz geçtim.
"Sayın başkan, baylar bayanlar!" diye söze başladım ve böyle bir imkân tanınmasından dolayı organizatörlere teşekkür ettim. Salonu selamladım ve kısaca Türk edebiyatı tarihi ve edebiyatımızın meşhur isimlerinden kısaca söz ettim. Fuzûli, Nef’i, Nedim, Baki, Şeyh Galip, Mevlâna, Yunus Emre, Mehmed Akif ve bu sene vefatının ellinci yıldönümünde andığımız Yahya Kemal'den kısa cümlelerle söz ettim ve " Zamanınızı almayacağım. Ama size Türk Edebiyatından iki şiir okumak istiyorum. Yunus Emre'yi siz tanıyorsunuz." Dedim "Bana gerek seni gerek, şiirini okudum."
Arkasından Ahmet Haşim'in "Merdiven" şiirini okudum. Sözü bitirdim. Aman Allah'ım. Merdiven şiiri ne kadar beğenildi. Yoğun bir ilgi. Son derece şaşırdım. Paris Milli Kütüphane Şiir Bölümü Direktörü Bayan Sylvie Gouttebaron konuşmadan sonra yanıma geldi. "Mösyö Fidan, şiir muhteşem. Bir fotokopi isterim. Bunu odamda panoya azacağım ve herkese okuyacağım." Dedi.
Toplantıya Almanya, Fransa, İrlanda, Finlandiya, İsviçre, İtalya, Yunanistan, İngiltere, Portekiz, Polonya, Avusturya'nın yanı sıra Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir, Lübnan, İsrail gibi ülkelerden de birer temsilci katılmıştır.Katılımcılar edebiyat ve kültürlerini tanıttıkları gibi halen içinde bulundukları eğitim sistemi içinde kültür ve medeniyetlerinin yeni nesillere aktarılmasında karşılaştıkları sorunları da dile getirdiler. Ortak şikâyet konusu süratle gelişen teknolojinin kültürel mirasın yeni nesillere aktarılmasında karşılaşılan güçlüklerdi.
Milletlerarası toplantılarda resmi oturumların yanında yemekler ve gezi programları özel ilişkiler de önemli bir yer tutmaktadır.
Beş oturumda konuşulanları baştan sonra dikkatle dinledim. Notlar aldım. Oturumlar süresince benim dikkatimi çeken üç konuşma oldu. İspanyanın Bask bölgesi temsilcisi, İsrail ve İsviçre temsilcilerinin sunumları.
Bask temsilcisi bayan Maria Jose Olaziregui İspanya Hükümetlerinin uyguladıkları baskıcı politikaları oldukça sert ifadelerle eleştirdi. Ne olması gerektiği konusunda tekliflerini sıraladı. Kendisi ile sonradan tanışmamızda bayan Olaziregui bir müslümanla evli olduğunu, on üç yaşında bir oğlu olduğunu ve oğlunun da eşi gibi Müslüman yetiştiğini söyledi. Ama kendisinin Katolik olduğunu üstüne basa basa ifade etti. Oğlunun Müslüman olmasından dolayı üzüntü duyduğunu ifade etti. Kendisine "Ya oğlunuz haklıysa?" dedim. Gülüştük.
Dikkati çeken konuşmalardan birisi de İsviçre temsilcisi Bayan Helen Sigeland'ın konuşmasıydı. Biliyorsunuz İsviçre'nin biz Türklerin zihninde en demokratik, en ileri ve en özgür bir ülke olarak bir imajı bulunmaktadır. Ama Bayan Sigeland'ı dinledikten sonra en azından benim zihnimdeki İsviçre imajı değişti. Olumlu bir İsviçre gitti yerine karmakarışık ve geleceği olmayan bir İsviçre aldı. Konu nedir diye merak ettiniz mi?
Biliyorsunuz İsviçre kantonlardan meydana geliyor. Bayan Sigeland' tam bu noktada diyor ki " benim çocuğum kimin tarihini öğrenecek? Hangi kahramanı zihninde yaşatacak? Bir İtalyanı mı, Bir Avusturyalıyı mı, yoksa Bir Almanı mı?" Hadi gel sorunları dinle.
İsrail temsilcisi bayan Nilli Cohen, ülkesinin kültür ve edebiyat sorunlarını bir bir sıraladı. Meğer İsrail hiç te göründüğü gibi değilmiş. Ne sorunları varmış Yahudilerin de b.iz bilmiyormuşuz. Müslüman Arapların kendi dillerinde öğrenim görmelerini istiyormuş ta, Müslümanlar bölük pürçükmüş. Sünni, şii, Filistinli, Gazeli vs.
Veda yemekleri bu tür toplantılarda önemli bir yer tutar . Hem uzun sürer hem de konuşmalar ve adres alıp vermeler olur. Çünkü katılımcılar biraz daha bir birlerini yakında tanımışlardır. Veda yemeği, büyük bir kitapçı dükkânının yarısını işgal eden nostaljik bir mekânda verildi. Toplantıya gitmeden önce organizatöre bir not göndermiştim. Müslüman olduğum için şarap içmediğimi ve domuz eti yemediğimi bildirmiştim. Veda yemeğinde konuklara domuz eti bana da balık servis edildi. Balık ta fena değildi. Her servisten önce organizatörümüz beni bilgilendirdi. Tatlılar servis edildi.
Tatlıda şarap kullanıldığı için bana verilmedi. Masadakiler tatlılarını bitirdiler. Ben bekliyorum. İşte tam o sırada bana ananas, muz, kivi gibi meyvelerden oluşan bir büyük tabak meyve servisi yapıldı. Masada bir "oooooo!" sesi yükseldi. Ben de bana gelen tabağı elime alarak misafirlere ikram ettim. Bayağı güzel bir jest oldu.
Barcelona'ya gidip Barcelona'dan söz etmemek olur mu? İtiraf etmeliyim ki, gördüğüm Avrupa şehirlerinin en muhteşemi. Tarihi doku mükemmel korunmuş. Öteki Avrupa kentlerinden ayrılan çok yönlü özelikleri ile dikkati çekiyor. Ama en önemli özelliği caddelerde özellikle akşam üzeri yoğun bir insan kalabalığı göze çarpıyor. İlk akşam tek başıma kenti gezerken caddelerdeki kalabalığa bir anlam veremedim. Avrupa şehirlerinde insan kalabalığı pek göze çarpması pek olağan değildir. Çünkü Avrupa ülkelerinde nüfus artış hızı sıfırın altında seyretmekte ve yaşlı nüfus evlerine çekilmiş durumda.
Barcelona, özerk Katalan Bölgesinin beş şehrinden biri ve en büyüğü. Dört buçuk milyon insan yaşıyor. Madrit İspanya'nın Başkenti ama esas ticaret ve kültür merkezi Barcelona. Ankara Başkentimiz ama İstanbul'un yeri başka. Barcelona biraz da bizim İstanbul'a benziyor. İklim bakımından Antalya gibi. Ilıman Akdeniz iklimi. Kışlık elbiselerim bana bayağı sıkıntı verdi.
Neden insan kalabalıkları? Katalanlar, aristokrat bir ırk. Kendilerini İspanyollardan üstün görüyorlar. Katalanlar şehirli, İspanyollar köylü. İlk tanıştığınız kişiye "Siz İspanyol musunuz?" diye sorduğunuzda hafif sertçe "Hayır, ben Katalanım." Diye cevap veriyor.
Zaten toplantının açılışında konuşan Katalan Yazarlar Birliği Enstitüsü Başkanı uzun uzadıya Katalan edebiyatı ve medeniyetinden söz etmişti.
Katalanlarda doğum kontrolü yok. Durmadan çocuk yapıyorlar. Caddelerdeki nüfus yoğunluğu bundanmış. Katalanlar en büyük darbeyi Diktatör Franko zamanında yemişler. Dillerinde eğitim yasaklanmış. Franko'dan söz ederken nefretle anıyorlar. Ama Franko'nun iyi bir yönünü unutuyorlar. General Franko, idareyi krala teslim ederek idareden çekildi.
Bask Bölge temsilcisi ile konuşurken kendisine " Bask ve terör?" dedim. Bana "işin siyasi olduğunu ve bunun böyle olmasını ve sürmesini isteyen bir kesim var." Dedi. Bir cümlesini buraya kaydetmekte yarar görüyorum. Basklılar da İspanyollar da Katolik. Aynı mezhebe mensuplar ama bir birlerinin düşmanı.
İra temsilcisini dinlerken farklı şeyler düşündüm. İra, İngiltere'nin baş belası. Ama kendilerini öyle savunuyorlar ki. Toplantı esnasında yapılan konuşmalardan bir ara bizdeki terör olayları zihnimi meşgul etti. Dinlediklerimin ışığında zihnimde bizdeki PKK terörünün arkasında Ermenilerin olduğu ve bir bakıma din savaşı olduğu zihnimden geçti. Acaba yanlış mı düşünüyorum, PKK, ilke olarak aslında kürt meselesini TC'ne karşı kullanırken amacı İslam’a karşı savaş vermek midir? Bir de konuya buradan bakılamaz mı?
Nerden nereye.
Barcelona notlarını bitirirken belirtmem gereken önemli bir nokta da toplantıda iki Cezayir bir Lübnan temsilcisi de bulunuyorlardı Müslüman olarak. Cezayir Yazarlar Birliği temsilcisinin adı Abdulhamid. "Neden Abdulhamid?" dedim. "babam Abdulhamid hanı çok seviyordu. Ondan." Dedi. Öteki Cezayirli'nin adı ise bizden biri. Mevlüd. Sözlü bir mutabakat sağladık aramızda. Cezayir Yazarlar Birliği ile Türkiye Yazarlar Birliği Mayıs 2009 da Cezayir'de "Osmanlı Mirası" konulu bir uluslar arası toplantı düzenlenmesi için anlaştık. Doğrusu Cezayirli dostlarla kısa sürede kaynaştık. Daha doğrusu resmi çerçevenin dışına çıkarak aramızda tarihten gelen bir gönül köprüsü kuruldu. Merak eden dostlar için iki fotoğraf ve bir de merdiven şiirinin fransızcasını sunuyorum.
L'ESCALIER Tu monteras lentement par cet escalier, Une masse de feuilles couleur de soleil à ta traîne. Et tu contempleras le ciel à travers les pleurs.
Les eaux ont pâli.ton visage pâlit aussi;Regarde l'atmosphère écarlate:C'est le soir qui vient. Penchées vers le sol, les roses saignent sans cesse; Des rosignols ensanglantés se tiennent sur les branches comme des flammes, Sont_ce les eaux qui ont pris feu? Pourquoi ce marbre est- il pareil au bronze?c'est là un language secret qui emplit l'âme.Regarde l'atmosphère écarlate:C'est le soir qui vient. AHMET HAŞİM

Tevfik İleri /Yazan Rasim Cinisli

TEVFİK İLERİ


1911 yılında Rize’nin Hemşin kasabasında dünyaya geldi. Babası Hafız Celal Efendi, annesi Fatma Hanım’dır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında Osmanlı olarak doğdu. T.C. vatandaşı olarak yaşadı. I.Dünya savaşı sona erince Tevfik İleri, küçük kardeşleri ile beraber dedesinin yanına İstanbul’a yerleşti. İstanbul’a gelişini şu cümlelerle anlatıyor :
“Aslen Rize’liyim. Küçük yaşta kardeşlerimle beraber bir sivil kaymakam mütekaidi olan büyükbabamızın Fatih’deki evine sığınmak üzere İstanbul’a geldik. Harp yeni bitmişti. Hayat hudutsuz derecede pahalıydı. Önceleri ilk mektebe, sonra da Gelenbevi Ortaokulu’na devam ettim. Sıkıntılı seneler ailemizi tam bir fakr-ü zarurete düşürmüştü. Onun için tatillerde boynuma astığım bir kutu içinde sigara kağıdı satıyordum. Okumak ve adam olmak ve hatta yaşamak için bunu yapmak zorundaydım. İşportacılık da yaptım.”
“Mektep, senede bir çift potin verirdi bana. Bayram ve tatil günleri bu yeni kunduraları kardeşimle nöbetleşe giyerdik.”

Gelenbevi Ortaokulu’nu bitirince imtihanları kazanıyor ve Leyli meccani olarak mühendis mektebinde okumaya başlıyor.

Yüksek mühendislik okulunda okuduğu yıllarda Talebe Cemiyeti ve M.T.T.B. başkanı seçiliyor. 1934 yılında mezun olunca 23 yaşında Karayolları kontrol mühendisi olarak tayin edildiği Erzurum’da 4 yıl görev yapıyor.



Erzurum’da iken hemşehrisi Vasfiye hanımefendi ile evleniyor. Eşine mutluluk duygularını ifade ederken şöyle diyor: “Biz önce vatanımızı ve milletimizi seveceğiz sonra da birbirimizi”. Bu sağlıklı ve mutlu yuvanın kuruluşunda bu cümle temel taşı oluyor. Örnek alınacak bu aile hayatı, üç kıymetli evlat yetiştirmiş ve 28 yıl devam etmiştir. Evliliklerinin ilk yıllarında biri Erzurum’da Aziziye şehitlerinin toprağına, biri de Çanakkale şehitlerinin yanına olmak üzere, iki melek yavrularını emanet edip vatan hizmetine devam ediyorlar.

1937-1942 yıllarında Çanakkale’de,
1942-1950 yıllarında Samsun’da bölge müdürü olarak mesleki hayatının zirvesine ulaşmıştır.
1950 yılında D.P. Listesinden Samsun milletvekili seçilerek siyasete atılıyor.
1950-1960 yılları arasında Adnan Menderes hükümetlerinde, kısa bir süre Ulaştırma Bakanlığı yaptıktan sonra;
(1950-1953) Milli Eğitim Bakanı
(1953-1955) T.B.M.M. Başkan yardımcısı
(Nisan 1957 / Kasım 1957) Milli Eğitim Bakanı
(Kasım 1957 / Ocak 1958) Başbakan Yrd. ve Devlet Bakanı
(1958-1960) Bayındırlık Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı

Kalkınma ve hizmet için zamanla yarışan D.P. kadrolarının önünü, 27 Mayıs darbesi kesmiştir. Bana göre Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz olayı 27 Mayıs 1960 darbesidir.

27 Mayıs Darbesi ile kurulan Yassıada mahkemelerinde idam cezasına maruz kalıyor. Daha sonra Kayseri hapishanesinden hastaneye sevk ediliyor. 31.12.1961 tarihinde vefat ediyor. Tarih sırasına göre Tevfik İleri Bey’in hayat çizgisi kısaca böyle. Çizgisi diyorum, çünkü hayat hikayesi kitaplara sığmayacak kadar zengindir.
Tevfik İleri gibi M.T.T.B. başkanlığını yapanlarımız var. Bakanlık yapmış, Meclis başkanlığı, Milli Eğitim bakanlığı yapmış niceleri var. İsmi unutulmuş niceleri...

M.T.T.B. denince ilk akla gelen isim, neden 75 yıl önceki başkan Tevfik İleri oluyor?
Milli Eğitim Bakanlarını sıraya dizseniz, neden zihinler Tevfik İleri merhumunu hatırlar ve arar?
Bu ayrıcalık, bu unutulmazlık, bu yücelik nereden geliyor?


Ben bu sohbetimizde bu örnek insanın özellikleri üzerinde durmak istiyorum. Çünkü Tevfik İleri’nin ruhunu, imanını, aşkını ve coşkusunu tanımadan Tevfik İleri ve benzerlerini anlayamayız.

Düşünüyorum da; Tevfik İleri Bey’e yakın olma şansım olsaydı, onun yaşantısını yakınından inceleseydim neler görürdüm, neler öğrenirdim diye bu açıdan bakarak Tevfik İleri’yi anlatmaya çalışacağım:

Tabii ki aile mensubu olan muhterem hanımefendileri Vasfiye annemizden ve değerli evlatları Cahide ve Ayşe hanımefendilerden, aziz dostum Cahit beyefendiden eksiklerimi, noksanlarımı; olursa yanlışlarımı bağışlamalarını rica ederim.


Değerli dinleyenlerim, Aziz dostlarım;

Büyük ruhlar, üstün karakterli insanlar aşağı yukarı aynı kaderi paylaşmışlardır. Onlar, hizmetin ve aşkın yolunda yürürken, çile ve zulüm da onların peşini bırakmamıştır. Ama hepsi yüce değerler uğruna fani alemi ve tarihi süsleyip geçmişlerdir.

İYİ BİR MÜMİN

Tevfik İleri her şeyden önce kulluk idrakine varmış bir mümindi.
Toprağa çıplak ayakla basan her çocuk gibi, Tevfik İleri de mayasını doğduğu yöreden almıştır.

Yaradana inanmış bir kucağa doğdu. Anasının ak sütü ile beslendi.
İlk duyduğu ses kulağına okunan Ezan-ı Muhammedi’ye; ilk gördüğü ışık Anadolu gelininin nurlu yüzü; ilk koku babası Celal Hoca’nın dualı besmeleli ağzından çıkan nefesinin kokusu... Müslüman Türk yuvasında ilahi ninnilerle büyütülen bebek Tevfik İleri’nin Hemşin’in yeşili ile kucaklaşması tabiidir. Çocukluğunda toprağın rengini, gökyüzünün mavisini, güneşin aydınlığını, gecenin karanlığını, yıldızlı semayı; Yaradanın insanlığa bahşettiği büyük kitabı; yani tabiatı ve kainatı Hemşin atmosferinde tanımış oldu. Kuşu, kediyi, köpeği, yağmuru, rüzgarı oyunlarına arkadaş yaptı. Yaradanı hatırlatan her şeyi; nedeni, niçini, sorgulamaya küçük yaşta başladı. Yeşil bir menekşe dalında 8 rengi burada gördü. Bu manzaralar çoğumuzu ilgilendirmez. Bakar geçeriz. Ama büyük ruhlar meraklıdır, tefekkür ederler. Bana göre Tevfik İleri tefekkür edebilen büyük ruh sahiplerinden birisiydi. Hayat hikayesini iyi anlayanlar bu sezgiye varabilirler. Çünkü :



Daha ilkokul yıllarında ilmin temeli sayılan matematiğe ilgisi tutkunluk derecesindedir. Meraktan öte aşk derecesindedir. Nedeni, niçini sorgulamak onun yaradılışında var. İlkokulda, riyaziyede sınıf birincisi olduğunu belirtiyor, hatta “bu yolda yürüseydim büyük bir riyaziyeci olabilirdim” diyor. Bu hususta hoş bir anısını anlatıyor: “Mühendis mektebinde okurken mektepler Perşembe günleri öğleden sonra tatil olurdu. Tabii ben eve yaya dönerdim. Riyaziye beni o kadar sarmıştı ki, kafamın içinde daima halline uğraştığım bir mesele bulunurdu. Mesela Galata Köprüsü’nden geçerken zengin insanları lüks içinde görür, haset ve kıskançlık duyacak yerde kendi kendime, ‘Onların her şeyleri var ama, kafalarının içinde bir riyaziye meseleleri yok’ diye acırdım.”

Olgun bir kişilikle kendinde olanın da olmayanın da bilincinde olduğunu görüyoruz. İnsanı insan yapan değerleri daha o yaşta keşfetmiştir; fukaralığı da biliyor, onu yenmek için işportacılık yapmayı da. İşte bu bilgilerden hareketle Tevfik İleri’nin büyük kitabı okumaya başladığını söyleyebiliriz. Demek ki kainatı, dünyayı ; tabiatta olup bitenleri inceleme, düşünme, tefekkür etme melekesini geliştirmiş ve Yaradana iman ederek ‘kulluk idraki’ne sahip Müslüman kimliğini kazanmış olduğunu anlıyoruz. Bana göre Tevfik İleri’nin üst kimliği kulluk idrakine sahip mümin olmasıdır. Bu dengeyi bulan insan huzuru yakalamıştır. Neyin nereden geldiğini, nereye gideceğini bilir...

Kulluk idrakine sahip olan neye sahip olmaz ki….




SORUMLULUK BİLİNCİ

Önce sorumluluk bilinci kazanıyor, bu bilinçle hayatın sırrını çözüyor. Kendine ve çevresine faydalı olmak için nefsini hizmetlere odaklıyor. Çalışma ve görev aşkı, coşku derecesine varıyor. ‘Nemalazımcı’ olamıyor, cesur oluyor. Doğruluk ve dürüstlük ömrünün sonuna kadar hayatına renk veriyor, fedakarlığı seviyor, vatan ve millet sevdası ile yanıp tutuşuyor, tevekkül ve Hakk’a teslimiyetle huzura varıyor. Bu bilinçle hayatın sırrına eriyor.

Şimdi bu karakteri daha iyi anlatabilmek için hayatının içinden bazı olayları alarak değerlendirmeye çalışalım.

Mühendis mektebindeki ilk yıllarında öğrenciler yemek boykotu yapıyorlar. Okul idaresi boykota katılan 7 öğrenciyi okuldan uzaklaştırıyor. Bu masum boykota verilen haşin cezayı kabul edemiyor. Adalet duygusu inciniyor.

Bu olay karşısında Tevfik İleri’nin tepkisi şöyledir:
“Bağrımızdan koparılırcasına ve haksız yere çekilip alınan bu arkadaşlarımızın acısı ve bu vesile ile bize karşı yapılan çok haksız muameleler bende haksızlıklarla mücadele etme hissini ve şuurunu yarattı. 18 yaşında idim ve o zamanlarda anladım ki, hayat sadece bir riyaziye çözmek için değildir ve insan olarak yapılacak daha birçok işlerimiz vardır.”
O güne kadar hayatın bütün zevkini riyaziye formüllerinde bulan genç Tevfik İleri; başkaları için de olsa hakkı ve haklıyı savunmaya; haksıza, zalime karşı olmaya başlıyor.


Akif merhumun dediği gibi;
“Hakk’ı bir zalime ihtar o ne şahane cihat”
Tevfik İleri 18 yaşında bu cihada başlıyor. Ömrü boyunca;

Zulmu alkışlamıyor zalimi sevmiyor
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmüyor
Kanayan bir yara gördü mü yüreği yanıyor
Adam aldırma da geç git diyemiyor
Çiğniyor, çiğneniyor Hakk’ı tutup kaldırıyor.


LİDER KİŞİLİK – MÜKEMMEL HİTABET

Üniversite gençliği 1932 yılında Yerli Mallar Mitingi yapmaya karar veriyor. O mitingde Mühendis Mektebi adına Tevfik İleri’nin konuşma yapması isteniyor. Topluluğa hitap ettiği ilk olay budur. Oradaki heyecanını şu şekilde anlatıyor:
“ O gün neler söylediğimi tamamı ile hatırlayamıyorum. Fakat bu memleketin bir köyünde doğmuş, fakr-ü zaruret içinde büyümüş, yüreğinde her hissin üstünde milli hisleri taşıyan genç bir insanın her türlü riyadan, gösterişten, edebiyattan âri lisanı ile ve Tanrı’nın lütfettiği bir kolaylık ve heyecanla konuştum. Bir an geldi ki; her cümlem devamlı surette alkışlarla kesildi, kulağımda o günkü alkış seslerinin akislerini hala taşıyorum. Ve ben, işte o gün, Türk gençliğinin ‘Tevfik Ağabeyisi’ oldum.”

Bu hitabet gücü, ömrünün sonuna kadar kitleleri kendine hayran bırakmıştır.

Tevfik İleri, bu olaydan sonra toplum için büyük hizmetler üstlenmeye başlamıştır. Bazen Akif gibi, bazen Namık Kemal coşkusu ile haksızların üzerine atılır. Bir iki örnek vermek gerekirse;

M.T.T.B.’nin tarihinde Gençlik hareketleri içinde bayraklaşan iki olay vardır.
Vagon-li ve Razgrat olayları. Bu iki olayın kahramanı da M.T.T.B.’nin unutulmaz başkanı Tevfik İleri’dir. M.T.T.B. denilince ilk akla gelen isim de O’dur.
M.T.T.B. 1916 yılında kurulmuştur. İmparatorluğun son yılları Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yılları; harp yılları, gençliğin canını ve sesini meydanlarda dökeceği yıllar...
Üzülerek söyleyeyim ki o döneme ait elimizde fazla bir bilgi yok….

M.T.T.B. varlığını ve etkinliğini ilk defa Tevfik İleri döneminde kabul ettirmiştir. İstiklal marşı söylenirken ayağa kalkarak saygı duruşunda bulunma adeti onun zamanında başlatılmıştır.

O yıllarda Tevfik İleri diyor ki:
“Gençlik; iman, heyecan, mücadele ve kahramanlık çağıdır. Gençliğe mutlaka o hislerini tatmin edecek bir istikamet verilmelidir. Eğer gençlik başıboş bırakılırsa O, politika madrabazlarının ve satılmışların eline düşebilir. İşte bizim hareketlerimiz gençliğe en ulvi, en mukaddes heyecan yolunu göstermektedir.”

27 Mayıs öncesi ve sonrası; gençlik olaylarını hatırlayanlar bu sözlerin kehanet derecesinde olduğunu kabul ederler.

M.T.T.B. tarihinde unutulmayan Vagon-li olayı şudur:
O tarihlerde D.D.Y. yataklı vagonlarını Fransız şirketi Vagon-li işletirdi. Bu şirkette çalışan bir Türk memuru telefonda muhatabı ile Türkçe konuşurken Fransız müdürün hakaretine maruz kalır.

“Burası Fransız şirketi sen hangi dille uluyorsun. Burada konuşmalar Fransızca yapılır” der.

Bu küstahlık duyulur. Tevfik İleri, Adnan Ötügen ve arkadaşlarının içinde bulundukları gençlik hareketi ile sözde medeni Avrupalıya gereken cevabı verirler.

İkinci olay: Bulgaristan’ın Razgrat şehrinde Bulgar gençliği, Müslüman Türk mezarlıklarını tahrip ederler. Bu yaralayıcı olay milletimizi galeyana getirir. Tevfik İleri ve arkadaşları ise, İstanbul’daki Bulgar mezarlığına çiçek ve çelenk koyarak, mezar taşından öc almak isteyen barbarlara cevap vermek isterler. Şehrin Valisi aynı zamanda C.H.P. Başkanı Cevdet Kerim, bu harekete izin vermez. Buna rağmen Tevfik İleri ve arkadaşları polis barikatını aşarak Bulgar mezarlığına çiçek ve çelenklerini koyarlar. Bu asil ve vakur hareket dünyaya örnek olurken; o günün valisi ve emniyet müdürü tarafından cezalandırılır. Tevfik İleri ve arkadaşları emniyete götürülür nezarete atılırlar.

Yıl 1930, Atatürk haber alır ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü’yü çağırır, sorar.
- “Koca siyasi, bak Bulgaristan’da Türk mezarlığı sökülmüş, bizim gençlik buna karşı bir numayış yapmış ve bir kısmı şimdi nezaretteymiş. Sen bu hadiseler hakkında ne düşünürsün?” demiş.



Türk devletinin Hariciye vekilinin cevabı ibret vericidir.
- “Paşam, vatanseverlik kolay değildir. Bu gençleri mahkum edelim. Vatanseverlikten dolayı onları böylece mükafatlandırmış oluruz. Bulgar dostlarımıza da ‘biz sizinle o kadar dostuz ki bu uğurda kendi gençlerimizi mahkum ettik’, deriz ve böylece meseleyi iki cephesiyle halletmiş oluruz .”

- Atatürk’ün cevabı ise; “Koca siyasetçi, sen bu kadar anlarsın. Senin dediğin gibi yaparsak, arkamızda olan gençliği karşımızda buluruz. ”

Gerçek şu ki; milletimizi, gençliğimizi yaralayan ne Bulgar ne Yunan ne de Moskof düşmanlığıdır. Bizi yaralayan, bizi düşündüren şey; öteden beri milletin mevkilerini kullanarak, milletin ekmeği ile yaşayarak bu aziz millete ihanet edenlerdir. Tevfik İleri ve onun gibi olanların zorluğu buradadır.

Tevfik İleri bu engellerden yılmadı. İnandığını cesaretle savundu. Çevresine ve topluma lider duruşu ile örnek oldu.



BÜYÜK İDEALİST

Tevfik İleri milletimizin yetiştirdiği büyük idealistlerdendir.

Mühendis olup bir an önce Anadolu’ya gitmek için gün sayarken, hocaları Tevfik İleri’nin Üniversite’de kalmasını istiyorlar. Tevfik Bey, ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda olduğunu bahane ediyor. Asıl maksadı; bir an önce Anadolu köylüsü ile kucaklaşmaktır. Okul müdür yardımcısı Sırrı Bey;

“Tevfik, anlaşılıyor ki sen nereye gitsen rahat durmayacaksın, cemiyet işleriyle uğraşacaksın, mücadele edeceksin. Biz arkadaşlarla konuştuk; senin bir de hukuk tahsili yapmanı istiyoruz. Tayinini Ankara’ya yaptıralım; hem maaşınla ailene bakmış olursun, hem de hukuk tahsil etme imkanını bulursun. Matematik ve hukuk bilgileri ile çok daha önemli hizmetler yapabilirsin.”

Bu teklif üzerine düşünüyor ki: “Eğer bir de hukuk tahsili yaparsam, beni derhal Ankara’da vekalete alırlar. Halbuki idealim Anadolu’da hizmet etmek, vatanı bütün çıplaklığı ile görmek, tanımak tetkik etmektir. Böyle bir teklifi kabul edersem, idealimi gerçekleştiremeyeceğim.”

O nedenle hocalarına tekrar gözükmeden Erzurum’a gider.

O yıllarda arkadaşı Necdet’e yazdığı mektupta diyor ki:
“İşte Necdet; ben bu milletin, bu çok sevdiğim milletin esas kısmını teşkil eden köylüyü görmek, dertlerini aramak, onların çaresini bulmak ve nihayet onlar için haykırabildiğim kadar haykırmak istiyorum... Ve eğer Necdet, milletime faydalı olacağımı, daha faydalı olacağımı ümit edersem, daha büyük bir selahiyetle çalışmak için, mesela mebus olmaya da çalışacağım. Her ne vaziyette olursam olayım, milletime yararlı olabilmeliyim. Onun için herhangi bir vazife başında olursam muhakkak kendi zevkim ve keyfim için vazife başına gelmiş olmayacağım.”


Bu ideal ve bu aşk; millet ve devlet sevdası, son nefesine kadar artarak devam etmiştir.

Erzurum’da Karayollarında mühendis iken okullarda fahri öğretmenlik yaptı. Eğitimin, bilginin önemine inandı. Gittiği her yerde bu önceliği dile getirdi.

Sözün burasında Tevfik İleri ile 28 yıl hayatını paylaşan Vasfiye annemizin bir hatırasını anlatalım;

“İlk görev yerimiz olan Erzurum’da bir pazar günü keşif için gittiği bir fabrikada, kendisine teklif edilen ücreti (ihtiyacı olduğu halde) kabul etmemiştir.
Tayinler, nakiller sırasında devletin verdiği ve hakkı olan harcırahları da almamıştır. İlk memuriyetinde başlattığı bu prensibi hayatının sonuna kadar devam ettirdi.

Yine Erzurum’da çalıştığı sırada Elazığ’a babamı ziyarete gitmiştik. Yıl 1939. O günlerde Çanakkale’nin Türk Ordusu hakimiyeti altına girişinin yıl dönümü münasebeti ile Halkevi meydanında bir kutlama tertip edilmişti. Tevfik’in de bu toplantıda bir konuşma yapması istenmişti. Ondan önce konuşanlar, Çanakkale’nin Türk Ordusu hakimiyetine terk edilmesine izin veren İngiliz, Fransız ve diğer İtilaf Devletleri başkanlarına minnettar olduklarını söylediler.

Tevfik sırasını beklemeden heyecanla balkona çıktı ve ellerini balkonun demirlerine dayayarak gür bir sesle, “Muhterem Elazığlılar, benden evvel konuşanlar bu günün muvaffakiyetini İngiliz, Fransız hükümetlerinin lütuf ve müsaadelerine borçlu olduğumuzu ve o hükumetlere müteşekkir olduklarını söylediler” dedi. Sesini daha da yükselterek devam etti;

“Arkadaşlar, inanmayın bunlara. Biz bu mesut günü mübarek Türk şehitlerine ve onların düşman kanına bulanmış süngülerine borçluyuz. Bunun aksini söylemekle, bu uğurda canlarını veren, evlatlarımız, kardeşlerimiz olan mübarek şehitlerimize ihanet ediyorlar.”

Bugün, eli kanlı Asala ve Taşnak hainlerinden özür dileme kampanyasını açanlar, dünkü gafletin, hatta ihanetin devamı gibi gözükmüyor mu?

Vasfiye Anne devamla diyor ki;
“ Erzurum’dan sonra gittiğimiz Çanakkale’de de şehitleri anma ve ziyaret günü tertip etti. Halkın iştiraki ile yapılan ilk anma oldu bu. Yine orada Namık Kemal’i anma gününde konuşurken, daha önce Behçet Kemal’in bir konuşmasındaki (Atatürk’ü kastederek) “Yaşayan Kemal varken ölmüş Kemal’den niye bahsedelim? sözlerine cevap olarak şöyle dedi: “Ölmüş büyüklerimize saygı göstermez ve unutursak, şimdi hayatta olanlar da aynı akıbete maruz kalırlar.”

BÜYÜK DEVLET ADAMI VE SİYASET ANLAYIŞI

Siyaset etkili hizmet etme sanatıdır. “Yiğit bin yaşar, fırsat bir düşer” sözü siyasetin içeriğinde vardır. Siyasette öyle hizmet etme imkanları doğar ki; bin insanın yapamayacağını, bin insan hayatına değen hizmeti bir kişinin yapması mümkün olur. Tevfik İleri siyaseti iyi algılayan ve doğru okuyanlardandır. Siyasetin Peygamber mesleği olduğunu bilenlerdendir.

Yozlaşmış, Ali’nin külahını Veli’ye takarak servet ve şöhret için siyaseti alet edenlerden nefret eder.

Merhum Tevfik İleri Bey’in poitikaya girişini değerli evladı aziz dostum Cahit İleri bey’in bir konuşmasından alıntılar yaparak anlatmaya çalışayım;


“Annemin aktardığına göre D.P.’ den milletvekili olma teklifi geldiğinde babam: “Allah’ım eğer siyasete girmekte şahsımıza bir şey varsa, nasip etme. Eğer hizmet edeceksek bize nasip et” diye dua etmiş. Babam da aynı günlerden şu hatırayı naklediyor: “Ben, bakmakla mükellef olduğum çoluk çocuğa sahip bir insan olarak birçok tehlikeleri mevcut olan bu mücadeleye atılırken en büyük kuvvet kaynağımı eşimde buldum. O bana yalnız şunu sordu: “Bizi Türkiye’den çıkarırlar mı? Bu olmadıkça bizi düşünme ve hiçbir şeyden çekinme.”
“1950 Mayısından 27 Mayıs 1960 darbesine kadar geçen 10 yılda babam D.P.’nin en önde gelen isimlerinden biri oldu. Milli Eğitim Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı, Meclis Reis Vekilliği ve Demokrat Parti Genel İdare Kurulu üyeliklerinde bulundu. Bu alanlarda memleketin maddi ve manevi kalkınmasına doğrudan ve dolaylı hizmet etmek imkanına kavuştu.”


Sözün burasında Vasfiye annemizin hatıralarına tekrar müraacat edelim;

“Samsun’da Bölge müdürü olduğu sırada 7 vilayetten sorumluydu. Gittiği yerlere beni de götürüyordu. Yolda gördüğümüz perişan manzaralar, insanların vergi borçlarını ödemek için yaz kış yalınayak, yarıçıplak yol inşaatlarında çalışmaları beni fazlasıyla üzüyordu. Bu yüzden Demokrat Parti saflarında siyasete girmeye karar verince onu yürekten destekledim. “Eğer bu insanları bu sefaletten kurtarabilecekseniz, ben de kendi payıma düşen her türlü fedakarlığa hazırım. Sen kendini tamamen hür hisset, bizi düşünmeden hareket et. Seninle çok mutlu bir 17 sene geçirdim. Bundan sonra bütün zamanını memlekete hizmette kullanabilmek için bizi yok farzet, rahat ol” dedim.”

“Yine Samsun’da kandil gecesi radyo dinliyorduk. Tevfik’e “Acaba bir gün radyodan o günün kandil olduğunun söylendiğini duyabilecek miyiz?” diye sordum. Kur’an-ı Kerim veya mevlüt okunması zaten söz konusu değildi.

Allah’ıma şükrediyorum ki, Tevfik ve mensubu olduğu D.P. köylüyü o sefaletten kurtardı ve radyoda kandillerde ve ramazanlarda özel programlar başladı.”

Tevfik İleri, siyaset meydanında bir yıldız gibi şavkıdı. Milletin sevgisini kazandı. O, milletini; milleti de onu çok sevdi. Bir konuşmasında;

“Milletin sevgisini alamayan, göremeyen, anlayamayan mebuslara çok acırım” ,

“Bu sevgiye ihanet etmek çok korkunçtur, buna kaniim ki; bu muzdarip ve mübarek millete hizmet edebilmek ibadetlerin en kutsi olanıdır. Benim için suçların en büyüğü, milletine ihanet etme suçudur.” demiştir.

Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay “Onun kadar kafası fikir ve proje dolu, icracı devlet adamı yakın dönemlerde görülmedi” demiştir.

EĞİTİMCİ TEVFİK İLERİ

Tevfik İleri bey 10 yıllık D.P. iktidarı döneminde 3 defa Milli Eğitim Bakanlığı makamına getirilmiştir. Zor işler, yürek isteyen çözümler, onun zamanında cesaretle yapılmıştır. Bu zor işlerin ne olduğunu anlayabilmek için 1950 öncesi durumu kısaca ifade etmek lazımdır. I. ve II. dünya harbinin hedefinde olan Türkiye, harabeye çevrilmiştir. Harp tufanı yalnız maddi enkaz değil sosyal ve siyasal yıkıma da sebep olmuştur. Moral değerleri bakımından toplumu perişan etmiştir. Bu yıkımın sahibi Avrupalı, askeri gücünü çekmiş olsa da, içimizdeki ajanları ve dışarıdan yaptıkları baskı ile kimliğimizi elimizden almak istemişlerdir. Eğitimi materyalist bir zemin üzerinde Yunan klasiklerini okutarak, sözde hümanite ile bizi avutmaya ve oyalamaya çalışmışlardır.

Bu devrede din, “afyon” diye nitelendirilmiştir. Devlet, din eğitimine sırtını çevirmiştir. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır. 1924 yılında 22 İmam Hatip okulu vardı, 1930 yılına kadar bu okullar tedricen kapatılmıştır. 1933 yılında İlahiyat Fakültesinin de kapatılmasıyla Türk çocuklarına ve Türk toplumuna dinini öğretecek hiçbir okul kalmamıştır. 1930 ile 1949 yılı arasında geçen 19 yıl ülkemizde dini eğitim yoktur.Yüce dinimiz üfürükçülerin ve din sömürücülerinin eline geçmiştir. Rahmetli Tahsin Banguoğlu, 1983’te Boğaziçi Dergisi’nde o yılları anlatırken; “cenaze yıkayacak hocanın dahi kalmadığını” ifade etmiştir.

Ben de çocukluğumda mahalle hocalarının Kur’an öğretmelerinin yasaklandığını ve camilerimizin kapatıldığına şahit olmuşumdur.

İşte böyle bir ortamda D.P. iktidara gelmiş ve Tevfik İleri bey Milli Eğitim Bakanı olmuştur. Yıldırımların başına yağacağını bile bile eğitimde moral değerlerinin vazgeçilmezliğine inandığı için ilk iş olarak din derslerini okul müfredatlarına almıştır, din eğitimi için hayatını ortaya koymuştur.

“ Bizim için yol, köprü, mektep yapmak nasıl sırf bu millete hizmet için yapılan işlerse, din bilgisini Müslüman Türk çocuklarına en müsbet şekilde mekteplerimizde vermek de tamamiyle politikadan uzak bir millet hizmetidir. Yine bu endişe ile bu milletin münevver Müslüman din adamlarına ihtiyacını karşılamak için İmam Hatip okullarını yeniden açmaya başladık. Bu mekteplerde bir Müslüman din adamı için dini bilgilerle beraber fizik; kimya, matematik ve yabancı dile kadar bütün bilgiler verilmektedir. İşte bu şekilde yetişen münevver din adamlarımız, halkın karşısına geçtiği vakit, radyo dinlemek günahtır, demeyecektir. Çünkü asıl bu şekilde söylemek dinimize mugayirdir ve günahtır. Çünkü bizim dinimiz, ‘beşikten mezara kadar ilmi arayınız’ diyen bir dindir. Müslüman Türk çocuğuna hakiki din bilgisini okullarımızda vermek ne kadar vazifemizse, din bilgisi diye ruhsatsız olarak batıl birtakım itikadlar edinenlerden korumak da o kadar vazifemizdir.”

“Milletin arzusuna rağmen hükmetmek niyetinde değiliz. Çocuklarına din dersi verdirmek istemeyen vatandaşlara hudutsuz serbesti verdik. Hiç karışmıyoruz. Ne devam mecburiyeti, ne okuma ve ne de not alma mecburiyeti vardır. Vicdan hürriyetine bundan fazla hürmet olur mu?”

Cumhuriyet tarihimizin Milli Eğitim serüveni böyle gelişti. Şimdilerde Milli Eğitim şuralarının toplandığını biliyoruz, fakat 1950 – 1951 yıllarında Tevfik İleri beyin teşviki ile toplanan Ahlak Terbiyesi Kongresi gibi bir çalışmanın olduğuna rastlayamadım. Tevfik İleri bey söz konusu ahlak kongrelerinde millet hayatı ile ilgili çok önemli mesajlar veriyor. ‘Bir milletin ayakta kalabilmesi için ve geleceğe hükümran olabilmesi için moral değerlerinin önemi’ne işaret ediyor, özellikle ahlak terbiyesini vurguluyor.

1. Ahlak terbiyesi kongresi 14.05.1951 tarihinde yapılıyor. Bu toplantıda Milli Eğitim Bakanı olarak yaptığı konuşmada diyor ki;
“Hükümet programımızın Mili Eğitim kısmında, gençliğimizin yetiştirilmesinde manevi değerlere gerektiği kadar büyük bir yer verileceği kaydedilmiştir. Bu manevi kıymetlerin en büyük bir bölümü şüphesiz ahlaki kıymetlerdir. Çocuklarımızın ahlak terbiyesine, yalnız okul çerçevesinde ele alınacak bir mesele olarak bakamayız, bugün ahlak terbiyesi meselesinin en bariz karakterlerinden biri onu cemiyet hayatı içinde mütalaa etme zaruretidir. Ferdin bütün hayatı gibi, ahlakı da cemiyet hayatına sıkı sıkıya bağlıdır.

Bu itibarla bir milletin hayatiyeti; yaşamak kudreti, bu hayatiyeti teşkil eden kıymetlerin yok edilmesine karşı göstereceği reaksiyonla ölçülmelidir.

Okul bir teknik atölye, bir fabrika olamaz. Okul, yetiştiricilik fonksiyonu olan bir terbiye müessesi ve bir ideal ocağıdır; okul, çocuğu cemiyetin müsbet hayatına hazırlayan bir terbiye istasyonudur. Bu terbiyeyi yalnız okulda değil, her yerde yaşaması lazımdır.

Kişi ne kadar ahlaklı olmak isterse istesin, devlet bu imkanı sağlamazsa, tehlikelerden kendisini koruyamaz. Şu halde ahlak meselesinin bir cemiyet ve millet hayatı içinde ele alınması lazımdır. Bunun hukuk dilinde ifadesi; adaletin tam ve mutlak hakimiyetidir.”

Einstein “ilimsiz din topal, dinsiz ilim kördür” der. UNESCO da, ‘iyi insan’ı; “Tanrısı ile, kendisi ile, ailesi ile, toplumu ile ve dış dünya ile uyum içinde olan kimse” olarak tarif ediyor. Tevfik bey ilave ediyor, “ahlaki harekette bir mana ve gaye vardır. Bu manayı bulmak için fani varlığını aşıp bir ebedi varlıkla anlaşması, onun ebedi nizam ve ahengi içinde birleşmesi lazımdır.” Merhum Tevfik İleri bey burada Mevlana gibi bir mertebe ifade ediyor.




Tevfik İleri bey çok cesurdur, hak bildiği yolda gözünü budaktan esirgememiştir. Türk Maarifine din eğitimini getiren O’dur. Bu yoldaki zorlukları cesaretiyle aşmıştır. Bir konuşmasında der ki: “hiç korkak insan ahlaklı olur mu? Çocuklarımıza vereceğimiz terbiyenin milli bir terbiye olmasında hiçbir pazarlığa niyetimiz yoktur.”

Çocuklarımıza din eğitiminin gerekli olduğuna ne kadar inanmışsa temiz Türkçe ile eğitilmesine de o kadar inanmıştır. “Dil, bir milletin milli birliğini kuracak veya yaşatacak olan büyük kuvvettir.” diyor.


Konuşmamın sonunu 27 Mayıs 1960 darbesinin acı hatıralarıyla bitireyim; yukarıda ifade ettiğim gibi 27 Mayıs darbesi Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz olayıdır. Devletimizin ve milletimizin geleceğine ambargo koymuştur. Eğer 27 Mayıs darbesi yapılmamış olsaydı 1950 lilerde Japonya ile başlayan ekonomik ve medeniyet yarışında belki de atbaşı önde devam ediyor olacaktık. Bu konuyu üç beş cümle ile anlatmak mümkün değildir. Şu kadarını söyleyeyim ki 27 Mayıs olayını içerdeki ve dışardaki boyutlarıyla milletimize iyi anlatamadığımız sürece milletimizin bağrına sokulmuş olan hançeri çıkaramamış oluruz. Bunun için 27 Mayıs darbesini anlatan romanlara, senaryolara sinema belgesellerine ihtiyaç vardır. Bu hizmetin bir an önce yerine getirilmesi milletin hayrına olacaktır. Bu konuyu burada noktalayarak Tevfik İleri bey’in ve ailesinin maruz kaldığı acı olayları hatırlayalım.

27 Mayıs günü sabahı darbeci güçler D.P. milletvekillerini ve bakanlarını Ankara Harp okulu binasında esir alırlar. D.P. bakanlarından Samet Ağaoğlu’nun naklettiğine göre; darbecilerin Harbiye’ye topladıkları D.P.li Bakan ve Milletvekillerinin, tamamının imha edileceği, toplu olarak havaya uçurulacağı şayıası yayılır. Herkes can derdine düşer, panik hali devam ederken derin bir uyku sesi işitilir. Uyuyan kimsenin yanına varıldığında, uyuyanın Tevfik İleri olduğu anlaşılır. Arkadaşları Tevfik beyi uyandırırlar, ona böyle bir ortamda nasıl uyuyabildiğini sorarlar. Tevfik bey’in cevabı muhteşemdir;

“Ben, der, 10 yıldan beri milletin derdiyle dertlendiğim için rahat bir uyku uyuyamamıştım. Şimdi milletin emanetini üzerimden aldılar. İlk defa rahat uyuyabiliyorum. Kaderde ne yazılmışsa o olur!” der ve uykusuna devam eder.

Bir başka olay da merhum Atıf Benderlioğlu’ndan nakildir;
“Harp okulunda Tevfik İleri ikindi namazını kılmaktadır. Bir yarbay veya binbaşı gelir, manevra kıyafetli. ‘Tevfik İleri nerede?’ der. ‘Tevfik beyefendi namaz kılıyor’ derler. Tevfik Beyi tekmelemeye başlar, tekmeyi yer secdeye gider, tekmeyi yer rükûa devam eder, tekmeyi yer selamını verir, tekmeyi yer duasını tamamlar. Subay ise çılgına dönmüştür. “Be adam seni öldüreceğim, bir şey söyle” diye bağırır. Tevfik Bey ağır ağır başını çevirir; “Asıl bela, belayı gönderenden gafil olmaktır” der.

Bu manzara Yahya Kemal’in bir mısrasını hatırlatır:

Bir arslan esniyor gibi engin vakar ise
Rind’in belaya karşı kayıtsızlığındandır.


Tevfik İleri bey’in hayatı boyunca önünden altın ırmaklar akıp geçti. Harama bir defa olsun dönüp bakmadı.



Yine Yassıada’dan başka bir olay;

Önceden Yassıada mahkemeleri Tevfik İleri ve arkadaşlarını devlet malına el uzatmakla suçlamıştı, aylarca yapılan araştırmalar sonunda bu iddia boşa çıktı, hiç bir mal varlığına rastlanamadı. Tevfik İleri ve arkadaşlarının idama mahkum edilmeleri ise; ‘anayasayı ihlal’ suçlamasına göre verilmiştir. İşte bu gerekçe ile mahkum oldukları tebliğ edilince, Tevfik İleri bey hemen namaza duruyor. Oda arkadaşlarından hukukçu İzzet Akçal, mühendis olduğu için Tevfik’in bu maddenin ne manaya geldiğini anlamadığını zannediyor ve bu namazın manasını soruyor. O da; “Zalim değil mazlum olduğumuz için şükür namazı kıldım” diyor.


Yassıada’da, devletine 10 yıl hizmet etmiş devlet adamlarından, yedikleri yemeğin parasını almışlardır. Tevfik İleri bey yemek masrafını 15 yaşındaki oğlu Cahit’in ve 18 yaşındaki kızı Ayşe’nin çalışarak gönderdikleri paralarla ödemiştir.

Bu gün ise devlet, İmralı’da tutuklu bir bölücüyü beş yıldızlı bir konforla yaşatıyor. Allah milletimizi korusun, adaleti ile değil, merhameti ile bağışlasın.

10 yıl devletine gece gündüz bakanlık seviyesinde hizmet etmiş büyük bir devlet adamını anlatmaya çalıştım. Eksiğimin, noksanımın çok olduğunu biliyorum, zamana bu kadarını sıkıştırabildim. O büyük ruhtan Allah için biz razıyız, O’nun da bizden razı olmasını dilerim.

RASİM CİNİSLİ